11 Eylül 2011

KG - Olmak, sadece olmak...


Kirli denizlerden çekilen ağlar gibiydi yalnızlık. Renksizdi rengi; hayalsiz ve solgunduk biz. Üç, beş duygu çırpınırdı, kıyıya vurmuş balık misali. Acısızdı acı; ümitsiz ve yorgunduk biz. Martılar süzülerek geçerdi yalnızlığın üzerinden. Sessizdi isyanları; yaralı ve kırgındık biz. 
 
Balıkçılar, ah o yoksul balıkçılar, onlar da yoktu, ne yazık. Kimsesizdik biz.

Karlarla kaplı damlara tek bir kuşun bile konmadığı o soğuk günlerde önce gökyüzüne, sonra içimize bakar ve yüreğimizin çatısındaki kırık kiremitlerin üstünde küçüklüğümüzü bulurduk, o masum çocuk halimizi… Mahzun bir bakış olurdu gözlerinde, terk edilmişliğin hüznüyle başını önüne eğerdi, küskünlüğünü sessizliğiyle gösterirdi. Ne yapacağımızı bilemezdik, bir başkası olsa, belki kucağımıza alır, saçlarını okşar, teselli ederdik, ama kendimize nasıl davranacağımızı bir türlü kestiremezdik. İçimizdeki suçluluk duygusu gitgide büyürdü, çocukluğumuz bir yanda, biz bir yanda, omuzlarımız düşmüş, içimizde bir burukluk, kalakalırdık…

Duygularımızı yaşamak yerine duygusallığı seçtik ya da zayıf görünmekten korkup o duyguları bastırma yoluna gittik. Akıl oyunları oynadık kimi zaman, mantıklı kararlar verdik.

Öfkelendiğimiz anlar oldu, bağırdık çağırdık, ama sonrasında hep pişmanlık duyduk veya dişlerimizi sıkıp soğukkanlı, olgun insanı oynadık. 

Acı çektiğimiz anlar oldu, gözyaşlarına boğulduk; günler, geceler boyu oradan oraya savrulduk ve sonra avunacak bir şeyler bulduk, acının üzerini örtüp oyalanmaya koyulduk ya da kuvvetli görünmek adına o yaşları içimize akıtıp derinlerde boğulduk.

Aşka düştüğümüz anlar oldu, ayaklarımız yerden kesildi, yanıp yanıp kavrulduk, aşık olmayı sahip olmakla eş tuttuk; sahip olduk, alıştık, bıktık; şayet olamadıysak kahrolduk.
Korktuğumuz anlar oldu, yalnızlıktan bitap düştüğümüz, değersizlik duygusuyla çırpındığımız, aczimize küfrettiğimiz anlar… 

Direndik… 

Mutluluğu sorguladık, mutsuzluğu kurcaladık. Şüpheciydik ve bir o kadar da güvensiz. İşte bu yüzden olana bir türlü kabul veremedik. Kıyısında durduk duygu denizlerimizin, içlerine dalıp yüzemedik. Yüzseydik, en diplere gitseydik, kucaklayabilseydik en karanlık suları ya da gözlerimizin kamaşmasına aldırmadan bakabilseydik o sularda yansıyan güneşe, öyle bir an gelecekti ki biz duygunun kendisi olacaktık; öfkeyse öfke, acıysa acı, aşksa aşk, korkuysa korku, mutluluksa mutluluk… Daha ötesi yok… Direnç de yok… Eksiltenin de, çoğaltanın da direnç olduğunu anlayacaktık, benim geçenlerde “ağrı” olmayı başardığımda anladığım gibi…

Evet, ben ağrı oldum. Gece, dayanılmaz bir diş ağrısıyla uyandım, hani insan çaresizlikten başını duvarlara vurmak ister ya, öyle bir ağrı… Hemen mücadele etmeye başladım; ilaçlar yuttum, dişimin üzerine rakılı pamuklar koydum, dinmediği için ağrıya küfrettim durdum… Ne yaptıysam hiçbir işe yaramadı. Sonra, yatağa yattım, gözlerimi kapattım ve ağrıyı hayal ettim. Karanlık, kapkaranlık bir bulut olarak imgeledim onu, giderek yoğunlaşan kocaman bir bulut… Ona doğru yürüdüm, yanına geldim, içine daldım, bütünleştik. Bir tek dişimde değil, tüm hücrelerimde hissediyordum artık ağrıyı, ben o olmuştum ya da o ben... Derken, uyuşmaya başladı her yanım, içinde bulunduğum bulut dağıldı, gözlerimi açtım, ağrı geçmişti.

Biliyorum, değişim direnç ortadan kalktığında gerçekleşiyor. Adına teslimiyet deyin, kabul deyin, ne derseniz deyin, ama direnç son bulduğunda yaşanıyor mucizeler.

Biliyorum, ellerimi açıp aşk için Tanrı’ya her dua edişimde yakarışlarıma bir yanıt gelmediyse nedeni benim aşka olan direncimdi. Aşkın sancısız yaşanmayacağına inanmıştım bir kere. O sancıların içine dalmaktan korkmuştum hep, aşık olmuştum, ama ben, kendim aşk olamamıştım bir türlü. Direncim, duygularımın üzerini buzlarla örtmüştü.

Karlarla kaplı damlara tek bir kuşun bile konmadığı o soğuk günlerde önce gökyüzüne, sonra içime bakar ve yüreğimin çatısındaki kırık kiremitlerin üstünde küçüklüğümü bulurdum, o masum çocuk halimi… Mahzun bir bakış olurdu gözlerinde, terk edilmişliğin hüznüyle başını önüne eğerdi, küskünlüğünü sessizliğiyle gösterirdi. Ne yapacağımı bilemezdim, onu bir vakitler korkusuzca yaşadığı duygulardan mahrum bıraktığımı, o yüzden böyle kırgın olduğunu anlayamazdım.

Artık anlıyorum, çünkü ben ağrı olup ağrımı dindirebildiysem, aşk olup aşkı yaşayabilir, mutluluk olup mutluluğu hissedebilirim. 

Şimdi biraz sessizlik gerekiyor. Duygu denizlerinin dibine dalıp kayaların arasına gizlenmiş istiridyeleri toplamak ve sakladıkları incileri çıkarmak için bu sessizliğe ihtiyaç var çünkü. “Olmak” uğruna girişilen bir şifa serüveninde duygularımızın barınağı olan kalbimizi bir güvercinin kanatlarına yerleştirip uçurmak ve yükselişini izlemek hiç bilmediğimiz yepyeni boyutları keşfetmemizi sağlayabilir. Tek başına yapacağımız bu yolculukta bir vakitler kirli denizlerden çekilen ağlar gibi hissettiğimiz yalnızlığımızın da, kıyıya vurmuş balık misali çırpınan duygularımızın da dönüşüme uğradığını fark edebiliriz. O zaman martılar süzülerek yanımızdan geçerken çığlıklar atarak selamlar bizi. Balıkçılar, el sallar aşağıdan.

Kimsesizliğimiz, kimliğimizi bulmanın sevinciyle dağılır. Ve biz, incilerden dizdiğimiz o paha biçilmez kolyemizi boynumuza takıp çevremize saçtığımız ışıkla herkesi büyüleriz.

Eğer sorarsanız, ‘Sessizlik nedir?’ diye. Cevap veririz: O, Büyük Ruh’un sesidir.”
(Bir Kızılderili atasözü)
http://www.pazenchi.com/i/images/gallery/hak.jpg
Kiraz Gökırmak


Hiç yorum yok: