29 Eylül 2011

Aşka Dair Bir Dialog

- Biliyor musun artık aşkı aramadığımı anladım.

- Nasıl yani, aşık olmak istemiyor musun?

- Eskisi gibi olsun istemiyorum, aşk bir yerde kendini kaybetmek, bir başkasına teslim olmak demek çünkü.

- İyi de gönüllü bir teslimiyet bu, en azından aşkı tüm coşkusuyla yaşarken hissettiklerini düşünsene şöyle bir; ayaklarını yerden kesen o heyecanı, sabah uyandığında içine dolan yaşam sevincini; giyinirken, saçlarını tararken, makyajını yaparken kendine gösterdiğin özeni, gözlerindeki ışıltıyı, yanaklarındaki pembeliği, her gün geçtiğin yollarda giderken sanki başka bir dünyadaymışsın gibi düşünmene neden olan ruh halini, en ciddi ortamlarda bile yüzünden eksik olmayan o tebessümü… Sırf bu anlar için bile değmez mi yani?

- İnanması zor ama ben tüm bu söylediklerini birine âşık olmadan yaşayabildiğimi fark ettiğim için artık aşkı aramadığımı anladım zaten. Kendi kendime yetebildiğimi görüyorum, sırf var olduğum için mutlu olabildiğimi… Bir süredir sabahları uyandığımda sözünü ettiğin sevinç kendiliğinden, nedensizce ortaya çıkıveriyor, o sevinçle giyiniyor, saçlarımı tarıyor, makyajımı yapıyorum, aynaya baktığımda gözlerimin ışıl ışıl parladığını görüyorum, her gün geçtiğim yollarda daha önce algılamadığım güzellikleri algılıyorum; ağaçların yaprakları arasında ışıldayan güneşle cilveleşiyorum, bir evin bahçe parmaklıklarından başını uzatan küçük bir çiçeği koklayabilmek için karşı kaldırıma geçiyorum, işe biraz geç kalacağımı bilsem bile yol üstündeki küçük kahvede kendime bir çay ısmarlıyorum, şehrin onca gürültüsüne rağmen martıların çığlıklarını işitebiliyor ve gözlerimi kapatıp bir süreliğine ben de onlarla birlikte uçabiliyorum, sonra yüzümde bir tebessümle açıyorum gözlerimi… Ve bunların hepsini hayatımda bir başkası olmadan, aşkın büyüsüne kapılmadan yaşayabiliyorum.

- Böyle hissetmen çok güzel ama yalnızlığı aşka tercih etmeni anlayamıyorum yine de. Birine dokunmanın, sarılmanın, el ele yürümenin, güzel bir yerde yemek yemenin, sohbet etmenin doyumundan mahrum bırakıyorsun çünkü kendini.

- Sen beni yanlış anlıyorsun, ben kendimi aşka kapattım demedim, artık aşkı aramıyorum dedim. Pek çok kişi, benim aşık olmadan hissedebildiğim güzellikleri sadece aşkın etkisiyle hissedip ancak bir başkasının varlığı sayesinde sevinç duyabiliyor hayattan, yaşadıkları o bir başkası ile anlam kazanıyor. Sonra, aşk bittiğinde tüm o güzellikler de solup gidiyor, bir süre önce görülenler görülmez oluyor, aynadaki yüz değişiyor, gözlerdeki ışıltı kaçıyor, geçilen yollara kasvet çöküyor, güneş her zamanki gibi parlasa da yüreği aydınlatamıyor, bahçelerdeki çiçekler bile boşuna açıyor. Demek ki aşk gelip geçici bir mutluluk yaratıyor, oysa âşıkken bize mutluluk veren şeyler aslında hep buradalar ve ben her daim onların farkında olup değerini bilirsem aşk geldiğinde artı mutluluklar getirir hayatıma, öyle değil mi? Hem o zaman aşkın yanılsamaları da ortadan kalkar, yalnızken kendine her anlamda yetebilen bir kişi aşkı bulduğunda duygularından daha çok emin olur. Çevreme baktığımda insanların yalnızlığa katlanamadıkları, kendilerinden sıkıldıkları için birilerine kapıldıklarını ve bunu aşk olarak nitelendirdiklerini görüyorum. O kadar bunalmış oluyorlar ki sırf bir partnerleri olsun diye kendilerine ilgi gösteren ilk kişinin üstüne atlayıveriyorlar ve illüzyon başlıyor… Aşkın gerekleri yerine getiriliyor; romantik ortamlar, mum ışığında yenen yemekler, tokuşturulan kadehler, süslü paketlerden çıkan küçük hediyeler, dudaklardan dökülen şairane sözcükler, el ele yapılan yürüyüşler, şehvetli sevişmeler… Çok hoş… Lakin beklenti her zaman hayal kırıklığı getirir, bunu deneyimlerimle öğrendim ben, yalnızlıktan bunalıp aşka sığınan insanların o aşka çok fazla şey yüklediklerini gördüm, oysa yük denilen şey eninde sonunda ağır gelir, yorar, tüketir. Kendilerini âşık oldukları kişiye beğendirmek adına olduklarından başka türlü davranan kadınları, erkekleri gözlemledim, bir vakitler benim de aynı durumlara düştüğümü fark ettim; rol yaptığımı, farklı bir kimliğe büründüğümü, davranışlarımdaki sahteliği… Niye diye sorarsan? Karşılığını almak için tabii ki, beklentiler için…

- Beklenti içinde olmanın ne kötülüğü var ki, insanın sevdiği kişiyle bir şeyleri paylaşmak istemesi yanlış mı sence?

- Kendi kendine yetebilen iki insan bir araya geldiğinde beklenti olmaz, paylaşım olur. Kendi kendine yetemeyen iki insan bir araya geldiğinde ise beklenti artar ve paylaşım zoraki bir hal alır bana göre. Olmak ve yapmak arasındaki fark gibi. Sessizken ve hiçbir eylemde bulunmazken bile sevinç duyabilen, o anın içindeki sihre erişebilen insanlar vardır, onlar içsel anlamda o denli doludurlar ki canları sıkılmaz; olmak, mevcudiyete kalite getirir. Bir de sürekli bir şeyler yapma derdine düşenler vardır, içsel anlamda o denli boşturlar ki o boşluğu ancak belli aktivitelerde bulunarak giderebileceklerini zannederler, oradan oraya koşturur, programlar yapar, bir an bile sessiz ve sakin kalmaya tahammül edemezler, beklenti içindedirler hep ve bu yapıları ilişkilerine de yansır doğal olarak.

- Biraz daha açar mısın ne demek istediğini, daha doğrusu aşkla olan ilintisini.

- Aşk bir arayışın sonucunda gerçekleşmediyse, yani gerçekse, yanındaki insanın varlığı yüzeyde kalmaz, üç-beş kalp çarpıntısından ibaret olmaz, içine nüfuz eder, ruhunun derinliklerine ulaşır, bir tutku ya da bir duygu olmanın ötesine geçer. O insanın senin varlığını zenginleştirdiğini hissedersin, sana kendin olma özgürlüğünü verdiğini. Romantik bir aptal olmazsın o zaman, pek çok bakımdan senden farklı olan biriyle birlikte olmanın sorumluluklarının bilinciyle davranırsın, saçma sapan hayallere kapılmaz, güllerin yanında dikenler olduğunu da kabul edersin. Beklentisizce ve koşulsuzca seversin karşındaki insanı.

- Koşulsuzca sevmek derken neyi kastediyorsun?

- Düşünsene, onca büyük aşk bir süre sonra bitiveriyor ve birbirlerini çok sevdiklerini iddia eden o insanlar ayrıldıkları anda nefrete boğuluyorlar. Sevgi gerçekse bence asla nefrete dönüşemez. Demek ki bu durumda onlarınki koşullu sevgi oluyor; talepler, beklentiler karşılandığında sürüyor, karşılanmadığında sona eriyor. Yani, bir tür hesap kitap işi… Hesabın yapıldığı yerde duygu olur mu sence?

-

- Eeee?

- Bu noktaya nasıl geldin merak ediyorum.

- Kendimi sevmeden başkasını sevemeyeceğimi anladığımda…

- Peki, kendini sevmeyi nasıl öğrendin?

- Yaşadığım acı dolu deneyimlerin sonunda başkalarını ya da kaderi suçlamayı ve yargılamayı bırakıp hayatımın sorumluluğunu almaya karar verdiğimde. Çünkü, başkalarına yönelttiğim her yargılamanın ve suçlamanın ardında aslında kendi güvensizliklerim, değersizlik duygularım, kaybetme korkularım vardı. Beni incittiklerini, yaraladıklarını düşündüğüm insanlara karşı hissettiğim öfkeyi bile gerçekte kendime hissettiğimi fark ettim. Fark etmek çok önemli biliyor musun, farkında olmak ve hayata o farkındalıkla bakabilmek… Dönüşüm, farkında olmak ve sorumluluk almakla gerçekleşiyor çünkü. Bunu başardıkça kendimi sevmeye, kendime değer vermeye başladım, güvensizliklerim gitti, değişimimin etkileri yaşadığım her âna yansımaya başladı; hazırladığım sofralara kendim için koyar oldum çiçekleri ve mumları, yağmurlu havalarda balkona çıktığımda ıslak toprak kokusunu içime çekerek aldığım her nefese şükrettim, geceleri başımı gökyüzüne kaldırıp yıldızlara ve aya bakarken sonsuzluğun içinde küçücük bir kum tanesine benzediğimi düşünerek kendime acımak yerine genişlemeyi ve tüm evrenle bir olduğumu imgelemeyi öğrendim, en yakın dostumla sohbet eder gibi konuştum köpeğimle, bir çocuğun saçlarını okşarmışçasına okşadım saksıdaki çiçeklerimi, bağıra bağıra söyledim sözlerini ezberlediğim şarkıları, hatta tango bile yaptım Piazzolla’nın müziği çalarken… Bir başımayken artık sıkılmadığımı gördüm, meğer kendime tahammülüm yokmuş, kaçtığım, korktuğum kendimmişim… Ve aşkı aramamın nedeni bir başkasına sığınıp onun içinde kendimi kaybetme arzummuş… İşte bu yüzden şimdi aşkı aramıyorum... Son olarak sana çok özel bir kitapta yazan şu satırları okuyayım:

‘ Sadece bütünlük sevebilir, ve ancak tüm görkemiyle varoluşun bütün olma hali sevgiyi içine alabilir.. İnsan özgürlüğü, mutluluğu ve sevgiyi dışarıda arar, ama gerçekte bu içerideki bir serüvendir.. Oluşun aritmetiğinde iki yarım bir bütün etmez. Bu, noksanlığın karesi olur.’

- Ne diyeyim, aşkolsun sana...

18 Eylül 2011

Kadınlar


Sabahın erken saatleri… Dükkânların kepenkleri, evlerin perdeleri açılmamış henüz. Islak sokaklardan tek tük arabalar geçiyor. Ellerinde ekmek ve gazete sepetleri taşıyan apartman kapıcıları yürüyor kaldırımlarda. Görüntüsü bile soğuk havanın; bacalardan tüten dumanlar gökyüzünün griliğine doğru yükselerek sislere karışıyor, ağaçlar rüzgârla sallandıkça üzerlerinde tek tük kalan yapraklar da düşüyor, sokak köpekleri ıslanmış bir halde kıvrılacak kuytu bir köşe bulmak için geziniyor… Bir adam çıkıyor evlerin birinden, hızlı adımlarla arabasına doğru yürüyor. Aynı anda, otuz beş-kırk yaşlarında bir kadın fırlıyor evin balkonuna. Üzerinde incecik bir gecelik var, saçları darmadağın. Çıldırmış gibi koşturuyor balkonun bir köşesine ve elinde tuttuğu kırmızı elmaları adamın arabasına fırlatıyor, adam şaşkınlıkla kadına bakıyor, elmalardan biri adamın hemen yanından geçip arabanın ön camında patlıyor, diğerleri sokakta yuvarlanıyor. Kadın, atacak elma kalmadığında sağına soluna bakınıyor ve balkondaki masanın üzerinde duran metal bir kül tablasını alıp bu kez onu fırlatıyor, tabla arabayı ıskalayıp tangırtılar çıkartarak yere düşüyor. Adam, telaşla arabaya biniyor ve yerdeki tablayı ezerek hızla oradan uzaklaşıyor. Kadın, acı dolu bir ifadeyle adamın arkasından bağırıyor: “Ben sevgi istiyorum, ben sevgi istiyorum, sadece sevgi, başka bir şey değil!” Araba gözden kayboluyor. Kadın, dondurucu rüzgâra aldırmadan balkondaki sandalyelerden birine çöküyor, dağınık saçlı başını elleri arasına alıp sarsıla sarsıla ağlıyor.

Saçları kısacık, bakır rengine boyanmış. Üzerine bir bluejean ve mavi bir kazak giymiş. Kulağındaki küpeler ve boynundaki kolye de mavi taşlarla süslü. Elli yedi yaşında olduğunu söyleyince şaşırıp kalıyorum, en fazla kırkında gösteriyor çünkü. Nasıl böyle genç kalabildiğini soruyorum; hayatına sahip çıkabildiğini ve hep bir asi gibi davrandığını söylüyor, “Sevmediğim insanları da terk ettim, beni sevmeyenleri de, çünkü her iki durum da acı veriyor…” diyor. “İyi de, sevdiklerini terk etmek acı vermedi mi?” diye soruyorum. “O an tabi ki verdi, aylarca o acıyı taşıdığım oldu, kimini hatırladıkça hâlâ yüreğim sızlıyor, ama sevgiyi paylaşamadığım bir ortamda, bir dilenci gibi yaşamayı sürdürseydim daha çok acı çekerdim.” diye yanıtlıyor. Kadın bir sigara yakıyor, bakır rengine boyanmış kısacık saçlarını eliyle geriye doğru sıvazlayarak insanın içini sevinçle dolduran şen bir kahkaha atıyor ve “Ben en çok hayatı seviyorum galiba.” diyor.

İki kadın kuaförde karşılaşıyorlar. İlkin, fark ettirmemeye çalışarak aynada süzüyorlar birbirlerini. Kumral olan kadın, saçını yapan çocığa sessizce diğer kadının adını soruyor ve yanıtı alır almaz onun birlikte olduğu adamın eski sevgilisi olduğundan emin oluyor. Ani bir kararla yerinden kalkıp kadının yanına gidiyor ve beraberlikleri dönemine ait kışkırtıcı fotoğrafları ve mektupları kendisine yollayarak sevdiği adamla aralarını niye bozmak istediğini soruyor. Esmer kadının dudakları titriyor, gözü seğiriyor, kelimeler fısıltı halinde dökülüyor dudaklarından, “O, bana verdiği hiçbir sözü tutmadı, kaypaklık etti, ben mutlu olamadım, onun da olmasını istemiyorum.” diyor. Kumral kadın, “Benim ne suçum var peki?” diye soruyor. Esmer kadın yanıtlıyor: “Senin bir suçun yok, ama aramızda yaşananları bildiğin takdirde benim yerime sen ondan intikam alırsın diye düşündüm.” Kumral kadın, esmer kadına acıyor. Esmer kadın, kumral kadının karşısında eziliyor. İki kadın bir süre susup oturuyorlar. Sonra, ayrılırken birbirlerinin gözlerinin içine baktıklarında bir anlığına özlerini görüyorlar ve belki başka bir yerde, başka bir zamanda karşılaşsalar dost olabileceklerini düşünüyorlar.

Genç kadın arkadaşına soruyor: “Niçin onun karşısında ben, ben olmaktan çıkıyorum, niye kendime olan tüm güvenim gidiyor, neden küçük bir çocuk gibi tir tir titriyorum?” Arkadaşı bir an durup düşündükten sonra cevaplıyor: “Çünkü âşıksın.” Genç kadının gözleri doluyor, “Aşk; aciz kalmak, zavallı olmak demek mi yani?” Arkadaşı gülümsüyor, “Bizi hep tanrıdan korkuttular, öyle değil mi? Oysa, aşık olunca karşımızdakini tanrı gibi görürüz.” İki kadın birbirlerine sarılıyor ve kendi değerlerini hissettirmesi için tanrıya dua edip ona sığınıyorlar.

Coşku dolu bir kadın sesi çınlıyor telefonda, “Nasıl tuhaf geliyor anlatamam, daha önceki ilişkimde mücadele ederek koparta koparta almaya çalıştığım şeyleri o bana teklifsizce sunuyor. Duymak istediğim her sözcük ağzından dökülüyor, her hareketi yüreğimi ısıtıyor. Şaşırıyorum, alışık olmadığımdan belki de, kimbilir.” Onun adına çok seviniyorum, “Sen değişmiş olmayasın?” diyorum. “Evet” diye yanıtlıyor, “Ben değiştim, sevgiyi hak ettiğime inandığım anda çıktı karşıma, kendimi en çok sevmeye başladığım anda…” Kadın, cıvıl cıvıl konuşmaya devam ediyor telefonda. Öylesine özgür ve mutlu ki benim de içimde çiçekler açıyor, kuşlar ötüyor sanki.

Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna” sında Maria, kendisine ölesiye aşık olan Raif’e şöyle der: “Dünyadaki tüm erkeklerden niçin bu kadar nefret ediyorum biliyor musun? Sırf böyle, en tabii haklarıymış gibi kadınlardan birçok şey istedikleri için. Herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kâfidir. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenileni vermek… Biz isteyemeyiz, kendiliğimizden bir şey veremeyiz… Ben, bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum. Anlıyor musun?

Raif’in tüm bu sözlere karşı kendisini savunacak hali yoktur, o an ne dese Maria’yı ikna edemeyeceğini bilir ve sadece aşkı nasıl hissettiğini anlatır ona: “İçinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhisar ettiremez ve kimseden de böyle yapmasını beklemez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz o bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk, dağıldıkça azalan bir şey değildir.”

Erkeklere hiç güveni olmayan Maria, zamanla Raif’in kendisine olan aşkının ve sevgisinin gerçekliğini hissettikçe ona olan duyguları da değişir, ama asıl önemlisi kendindeki eksikliği fark eder: “Şimdi, aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum.” der. “Bu eksik sana değil, bana ait… Bende inanmak noksanmış… Beni bu kadar sevdiğine bir türlü inanamadığım için sana âşık olmadığımı zannediyormuşum… Demek ki insanlar benden inanma kabiliyetimi almışlar. Kendi değerimi düşürmüşler gözümde. Ama şimdi inanıyorum… Sen beni inandırdın.”

Yağmurlu ve soğuk bir kış günü incecik bir gecelikle balkona fırlayıp sevdiği adama elmalar fırlatan genç kadın çaresizlik içinde bağırıyor: “Ben sevgi istiyorum, ben sevgi istiyorum, sadece sevgi, başka bir şey değil!”

Camı açıp ona seslenmek geçiyor içimden ama susuyorum. O sevgiyi kendi değerini anladığı gün bulacağını biliyorum... Yağmur hızlanıyor, bacalardan tüten dumanlar gökyüzündeki gri bulutlara karışıyor, ağaçlar üzerinde kalan son yapraklar da düşüyor yere…

kirazgokirmak@gmail.com

11 Eylül 2011

KG - Olmak, sadece olmak...


Kirli denizlerden çekilen ağlar gibiydi yalnızlık. Renksizdi rengi; hayalsiz ve solgunduk biz. Üç, beş duygu çırpınırdı, kıyıya vurmuş balık misali. Acısızdı acı; ümitsiz ve yorgunduk biz. Martılar süzülerek geçerdi yalnızlığın üzerinden. Sessizdi isyanları; yaralı ve kırgındık biz. 
 
Balıkçılar, ah o yoksul balıkçılar, onlar da yoktu, ne yazık. Kimsesizdik biz.

Karlarla kaplı damlara tek bir kuşun bile konmadığı o soğuk günlerde önce gökyüzüne, sonra içimize bakar ve yüreğimizin çatısındaki kırık kiremitlerin üstünde küçüklüğümüzü bulurduk, o masum çocuk halimizi… Mahzun bir bakış olurdu gözlerinde, terk edilmişliğin hüznüyle başını önüne eğerdi, küskünlüğünü sessizliğiyle gösterirdi. Ne yapacağımızı bilemezdik, bir başkası olsa, belki kucağımıza alır, saçlarını okşar, teselli ederdik, ama kendimize nasıl davranacağımızı bir türlü kestiremezdik. İçimizdeki suçluluk duygusu gitgide büyürdü, çocukluğumuz bir yanda, biz bir yanda, omuzlarımız düşmüş, içimizde bir burukluk, kalakalırdık…

Duygularımızı yaşamak yerine duygusallığı seçtik ya da zayıf görünmekten korkup o duyguları bastırma yoluna gittik. Akıl oyunları oynadık kimi zaman, mantıklı kararlar verdik.

Öfkelendiğimiz anlar oldu, bağırdık çağırdık, ama sonrasında hep pişmanlık duyduk veya dişlerimizi sıkıp soğukkanlı, olgun insanı oynadık. 

Acı çektiğimiz anlar oldu, gözyaşlarına boğulduk; günler, geceler boyu oradan oraya savrulduk ve sonra avunacak bir şeyler bulduk, acının üzerini örtüp oyalanmaya koyulduk ya da kuvvetli görünmek adına o yaşları içimize akıtıp derinlerde boğulduk.

Aşka düştüğümüz anlar oldu, ayaklarımız yerden kesildi, yanıp yanıp kavrulduk, aşık olmayı sahip olmakla eş tuttuk; sahip olduk, alıştık, bıktık; şayet olamadıysak kahrolduk.
Korktuğumuz anlar oldu, yalnızlıktan bitap düştüğümüz, değersizlik duygusuyla çırpındığımız, aczimize küfrettiğimiz anlar… 

Direndik… 

Mutluluğu sorguladık, mutsuzluğu kurcaladık. Şüpheciydik ve bir o kadar da güvensiz. İşte bu yüzden olana bir türlü kabul veremedik. Kıyısında durduk duygu denizlerimizin, içlerine dalıp yüzemedik. Yüzseydik, en diplere gitseydik, kucaklayabilseydik en karanlık suları ya da gözlerimizin kamaşmasına aldırmadan bakabilseydik o sularda yansıyan güneşe, öyle bir an gelecekti ki biz duygunun kendisi olacaktık; öfkeyse öfke, acıysa acı, aşksa aşk, korkuysa korku, mutluluksa mutluluk… Daha ötesi yok… Direnç de yok… Eksiltenin de, çoğaltanın da direnç olduğunu anlayacaktık, benim geçenlerde “ağrı” olmayı başardığımda anladığım gibi…

Evet, ben ağrı oldum. Gece, dayanılmaz bir diş ağrısıyla uyandım, hani insan çaresizlikten başını duvarlara vurmak ister ya, öyle bir ağrı… Hemen mücadele etmeye başladım; ilaçlar yuttum, dişimin üzerine rakılı pamuklar koydum, dinmediği için ağrıya küfrettim durdum… Ne yaptıysam hiçbir işe yaramadı. Sonra, yatağa yattım, gözlerimi kapattım ve ağrıyı hayal ettim. Karanlık, kapkaranlık bir bulut olarak imgeledim onu, giderek yoğunlaşan kocaman bir bulut… Ona doğru yürüdüm, yanına geldim, içine daldım, bütünleştik. Bir tek dişimde değil, tüm hücrelerimde hissediyordum artık ağrıyı, ben o olmuştum ya da o ben... Derken, uyuşmaya başladı her yanım, içinde bulunduğum bulut dağıldı, gözlerimi açtım, ağrı geçmişti.

Biliyorum, değişim direnç ortadan kalktığında gerçekleşiyor. Adına teslimiyet deyin, kabul deyin, ne derseniz deyin, ama direnç son bulduğunda yaşanıyor mucizeler.

Biliyorum, ellerimi açıp aşk için Tanrı’ya her dua edişimde yakarışlarıma bir yanıt gelmediyse nedeni benim aşka olan direncimdi. Aşkın sancısız yaşanmayacağına inanmıştım bir kere. O sancıların içine dalmaktan korkmuştum hep, aşık olmuştum, ama ben, kendim aşk olamamıştım bir türlü. Direncim, duygularımın üzerini buzlarla örtmüştü.

Karlarla kaplı damlara tek bir kuşun bile konmadığı o soğuk günlerde önce gökyüzüne, sonra içime bakar ve yüreğimin çatısındaki kırık kiremitlerin üstünde küçüklüğümü bulurdum, o masum çocuk halimi… Mahzun bir bakış olurdu gözlerinde, terk edilmişliğin hüznüyle başını önüne eğerdi, küskünlüğünü sessizliğiyle gösterirdi. Ne yapacağımı bilemezdim, onu bir vakitler korkusuzca yaşadığı duygulardan mahrum bıraktığımı, o yüzden böyle kırgın olduğunu anlayamazdım.

Artık anlıyorum, çünkü ben ağrı olup ağrımı dindirebildiysem, aşk olup aşkı yaşayabilir, mutluluk olup mutluluğu hissedebilirim. 

Şimdi biraz sessizlik gerekiyor. Duygu denizlerinin dibine dalıp kayaların arasına gizlenmiş istiridyeleri toplamak ve sakladıkları incileri çıkarmak için bu sessizliğe ihtiyaç var çünkü. “Olmak” uğruna girişilen bir şifa serüveninde duygularımızın barınağı olan kalbimizi bir güvercinin kanatlarına yerleştirip uçurmak ve yükselişini izlemek hiç bilmediğimiz yepyeni boyutları keşfetmemizi sağlayabilir. Tek başına yapacağımız bu yolculukta bir vakitler kirli denizlerden çekilen ağlar gibi hissettiğimiz yalnızlığımızın da, kıyıya vurmuş balık misali çırpınan duygularımızın da dönüşüme uğradığını fark edebiliriz. O zaman martılar süzülerek yanımızdan geçerken çığlıklar atarak selamlar bizi. Balıkçılar, el sallar aşağıdan.

Kimsesizliğimiz, kimliğimizi bulmanın sevinciyle dağılır. Ve biz, incilerden dizdiğimiz o paha biçilmez kolyemizi boynumuza takıp çevremize saçtığımız ışıkla herkesi büyüleriz.

Eğer sorarsanız, ‘Sessizlik nedir?’ diye. Cevap veririz: O, Büyük Ruh’un sesidir.”
(Bir Kızılderili atasözü)
http://www.pazenchi.com/i/images/gallery/hak.jpg
Kiraz Gökırmak


08 Eylül 2011

KS - M ü z i s y e n l e r . . .


http://img690.imageshack.us/img690/6348/muzisyenler.jpg

Kenan SİNANOĞLU

M ü z i s y e n l e r . . .

Akordeona
Kemanı da verdin mi
Komple orkestra . . .

- Yeter ve artar -