18 Eylül 2011

Kadınlar


Sabahın erken saatleri… Dükkânların kepenkleri, evlerin perdeleri açılmamış henüz. Islak sokaklardan tek tük arabalar geçiyor. Ellerinde ekmek ve gazete sepetleri taşıyan apartman kapıcıları yürüyor kaldırımlarda. Görüntüsü bile soğuk havanın; bacalardan tüten dumanlar gökyüzünün griliğine doğru yükselerek sislere karışıyor, ağaçlar rüzgârla sallandıkça üzerlerinde tek tük kalan yapraklar da düşüyor, sokak köpekleri ıslanmış bir halde kıvrılacak kuytu bir köşe bulmak için geziniyor… Bir adam çıkıyor evlerin birinden, hızlı adımlarla arabasına doğru yürüyor. Aynı anda, otuz beş-kırk yaşlarında bir kadın fırlıyor evin balkonuna. Üzerinde incecik bir gecelik var, saçları darmadağın. Çıldırmış gibi koşturuyor balkonun bir köşesine ve elinde tuttuğu kırmızı elmaları adamın arabasına fırlatıyor, adam şaşkınlıkla kadına bakıyor, elmalardan biri adamın hemen yanından geçip arabanın ön camında patlıyor, diğerleri sokakta yuvarlanıyor. Kadın, atacak elma kalmadığında sağına soluna bakınıyor ve balkondaki masanın üzerinde duran metal bir kül tablasını alıp bu kez onu fırlatıyor, tabla arabayı ıskalayıp tangırtılar çıkartarak yere düşüyor. Adam, telaşla arabaya biniyor ve yerdeki tablayı ezerek hızla oradan uzaklaşıyor. Kadın, acı dolu bir ifadeyle adamın arkasından bağırıyor: “Ben sevgi istiyorum, ben sevgi istiyorum, sadece sevgi, başka bir şey değil!” Araba gözden kayboluyor. Kadın, dondurucu rüzgâra aldırmadan balkondaki sandalyelerden birine çöküyor, dağınık saçlı başını elleri arasına alıp sarsıla sarsıla ağlıyor.

Saçları kısacık, bakır rengine boyanmış. Üzerine bir bluejean ve mavi bir kazak giymiş. Kulağındaki küpeler ve boynundaki kolye de mavi taşlarla süslü. Elli yedi yaşında olduğunu söyleyince şaşırıp kalıyorum, en fazla kırkında gösteriyor çünkü. Nasıl böyle genç kalabildiğini soruyorum; hayatına sahip çıkabildiğini ve hep bir asi gibi davrandığını söylüyor, “Sevmediğim insanları da terk ettim, beni sevmeyenleri de, çünkü her iki durum da acı veriyor…” diyor. “İyi de, sevdiklerini terk etmek acı vermedi mi?” diye soruyorum. “O an tabi ki verdi, aylarca o acıyı taşıdığım oldu, kimini hatırladıkça hâlâ yüreğim sızlıyor, ama sevgiyi paylaşamadığım bir ortamda, bir dilenci gibi yaşamayı sürdürseydim daha çok acı çekerdim.” diye yanıtlıyor. Kadın bir sigara yakıyor, bakır rengine boyanmış kısacık saçlarını eliyle geriye doğru sıvazlayarak insanın içini sevinçle dolduran şen bir kahkaha atıyor ve “Ben en çok hayatı seviyorum galiba.” diyor.

İki kadın kuaförde karşılaşıyorlar. İlkin, fark ettirmemeye çalışarak aynada süzüyorlar birbirlerini. Kumral olan kadın, saçını yapan çocığa sessizce diğer kadının adını soruyor ve yanıtı alır almaz onun birlikte olduğu adamın eski sevgilisi olduğundan emin oluyor. Ani bir kararla yerinden kalkıp kadının yanına gidiyor ve beraberlikleri dönemine ait kışkırtıcı fotoğrafları ve mektupları kendisine yollayarak sevdiği adamla aralarını niye bozmak istediğini soruyor. Esmer kadının dudakları titriyor, gözü seğiriyor, kelimeler fısıltı halinde dökülüyor dudaklarından, “O, bana verdiği hiçbir sözü tutmadı, kaypaklık etti, ben mutlu olamadım, onun da olmasını istemiyorum.” diyor. Kumral kadın, “Benim ne suçum var peki?” diye soruyor. Esmer kadın yanıtlıyor: “Senin bir suçun yok, ama aramızda yaşananları bildiğin takdirde benim yerime sen ondan intikam alırsın diye düşündüm.” Kumral kadın, esmer kadına acıyor. Esmer kadın, kumral kadının karşısında eziliyor. İki kadın bir süre susup oturuyorlar. Sonra, ayrılırken birbirlerinin gözlerinin içine baktıklarında bir anlığına özlerini görüyorlar ve belki başka bir yerde, başka bir zamanda karşılaşsalar dost olabileceklerini düşünüyorlar.

Genç kadın arkadaşına soruyor: “Niçin onun karşısında ben, ben olmaktan çıkıyorum, niye kendime olan tüm güvenim gidiyor, neden küçük bir çocuk gibi tir tir titriyorum?” Arkadaşı bir an durup düşündükten sonra cevaplıyor: “Çünkü âşıksın.” Genç kadının gözleri doluyor, “Aşk; aciz kalmak, zavallı olmak demek mi yani?” Arkadaşı gülümsüyor, “Bizi hep tanrıdan korkuttular, öyle değil mi? Oysa, aşık olunca karşımızdakini tanrı gibi görürüz.” İki kadın birbirlerine sarılıyor ve kendi değerlerini hissettirmesi için tanrıya dua edip ona sığınıyorlar.

Coşku dolu bir kadın sesi çınlıyor telefonda, “Nasıl tuhaf geliyor anlatamam, daha önceki ilişkimde mücadele ederek koparta koparta almaya çalıştığım şeyleri o bana teklifsizce sunuyor. Duymak istediğim her sözcük ağzından dökülüyor, her hareketi yüreğimi ısıtıyor. Şaşırıyorum, alışık olmadığımdan belki de, kimbilir.” Onun adına çok seviniyorum, “Sen değişmiş olmayasın?” diyorum. “Evet” diye yanıtlıyor, “Ben değiştim, sevgiyi hak ettiğime inandığım anda çıktı karşıma, kendimi en çok sevmeye başladığım anda…” Kadın, cıvıl cıvıl konuşmaya devam ediyor telefonda. Öylesine özgür ve mutlu ki benim de içimde çiçekler açıyor, kuşlar ötüyor sanki.

Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna” sında Maria, kendisine ölesiye aşık olan Raif’e şöyle der: “Dünyadaki tüm erkeklerden niçin bu kadar nefret ediyorum biliyor musun? Sırf böyle, en tabii haklarıymış gibi kadınlardan birçok şey istedikleri için. Herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kâfidir. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenileni vermek… Biz isteyemeyiz, kendiliğimizden bir şey veremeyiz… Ben, bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum. Anlıyor musun?

Raif’in tüm bu sözlere karşı kendisini savunacak hali yoktur, o an ne dese Maria’yı ikna edemeyeceğini bilir ve sadece aşkı nasıl hissettiğini anlatır ona: “İçinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhisar ettiremez ve kimseden de böyle yapmasını beklemez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz o bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk, dağıldıkça azalan bir şey değildir.”

Erkeklere hiç güveni olmayan Maria, zamanla Raif’in kendisine olan aşkının ve sevgisinin gerçekliğini hissettikçe ona olan duyguları da değişir, ama asıl önemlisi kendindeki eksikliği fark eder: “Şimdi, aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum.” der. “Bu eksik sana değil, bana ait… Bende inanmak noksanmış… Beni bu kadar sevdiğine bir türlü inanamadığım için sana âşık olmadığımı zannediyormuşum… Demek ki insanlar benden inanma kabiliyetimi almışlar. Kendi değerimi düşürmüşler gözümde. Ama şimdi inanıyorum… Sen beni inandırdın.”

Yağmurlu ve soğuk bir kış günü incecik bir gecelikle balkona fırlayıp sevdiği adama elmalar fırlatan genç kadın çaresizlik içinde bağırıyor: “Ben sevgi istiyorum, ben sevgi istiyorum, sadece sevgi, başka bir şey değil!”

Camı açıp ona seslenmek geçiyor içimden ama susuyorum. O sevgiyi kendi değerini anladığı gün bulacağını biliyorum... Yağmur hızlanıyor, bacalardan tüten dumanlar gökyüzündeki gri bulutlara karışıyor, ağaçlar üzerinde kalan son yapraklar da düşüyor yere…

kirazgokirmak@gmail.com

Hiç yorum yok: